Bronislaw
Malinowski, Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek adlı eserinde Trobriand
yerlilerinin gündelik hayatına ilişkin yaptığı gözlemlerle, modern toplumlarda
sıkça iddia edilen “ilkel toplum = ahlâksız toplum” tezini temelden sarsar.
Malinowski’ye göre, bu toplumlarda suç, yalnızca bir yasa ihlâli olmayıp,
toplumsal onur ve itibarın ihlâli olarak algılanır. Hırsızlık, yalan, bencillik
gibi davranışlar, Batı hukukundaki biçimsel düzenlemelerden çok daha derin bir
toplumsal vicdan mekanizması tarafından cezalandırılır. “Bir Trobriandlı
için yiyeceksiz kalmak, yiyeceğe gereksinim duymak, yiyecek dilenmekten daha
büyük bir onursuzluk yoktur” der Malinowski; çünkü bu, hem kişinin kendi
üretkenliğini hem de topluluğun dayanışma ahlâkını kaybetmesi anlamına gelir[1].
Trobriand
toplumunda “hırsızlık” iki kavramla sınıflandırılır: kwapatu (kişisel
eşyaların çalınması) ve yayla’u (yiyecek ya da tarım ürünlerinin
çalınması). İlki, malın sahibine karşı bir saygısızlık olarak görülse de,
ikincisi, yani yiyecek hırsızlığı, “onur kırıcı, alçakça bir eylem” olarak
tanımlanır. Çünkü bu toplumda, kimsenin aç kalmasına izin verilmez; bir
kimsenin yiyecek bulamaması, toplumun bütün fertleri adına bir utançtır; “Bir
kimsenin yiyecek çalacak kadar çaresiz durumda olduğunu, davranışıyla, yani
çalarak itiraf etmesi, aklın hayâlin alabileceği en büyük utanç kaynağıdır”[2]. Bu nedenle, açlığın kendisi değil, başkasını
aç bırakmak en büyük ahlâkī suçtur.
Bu
tablo, modern toplumların “medeniyet” iddialarını sorgulatan bir ayna işlevi
görür. Bugün Türkiye gibi ülkelerde milyonlarca insanın “açlık sınırının”
altında yaşaması, sadece ekonomik bir sorun olmayıp, ahlâkī bir çöküştür. Zira, Trobriandlı bir
“yabanıl”ın dahi en büyük utanç saydığı açlık, modern ulus-devlet sistemlerinde
yönetim erkini elinde bulunduranların politik bir aracı haline gelmiştir.
Toplumsal onur, yerini yönetilenlerin sabrına, sessizliğine ve “şükür”
söylemiyle meşrûlaştırılan yoksulluğa bırakmıştır.
Malinowski,
gözlemlerinde hırsızlık yapanların çoğunlukla “zekâları gelişmemiş, irâdesiz
kişiler, toplumun dışladığı insanlar ya da erginleşememiş gençler” olduğunu
belirtir. Bu, suçu bireysel ahlâk eksikliğine bağlayan bir tespit gibi görünse
de, aslında topluluğun vicdanını ve dayanışma ağını yansıtır: hırsızlık,
topluluk bilincinden kopmanın göstergesidir. Ancak modern toplumlarda tablo
tersine dönmüştür; hırsızlık artık “güç sahiplerinin kurumsallaştırdığı bir
eylem” hâline gelmiştir. Kamusal kaynakların yağmalanması, rüşvet, rant ve
nepotizm gibi yapısal yozlaşma biçimleri, bireysel değil, kurumsal aklın ürünü
olarak meşrûlaştırılmaktadır.
Bu
noktada modern toplum, etik olarak “ilkel” olandan daha aşağı bir düzleme
düşer. Çünkü Trobriandlı için hırsızlık, kişisel eksiklik ve utanç kaynağıdır,
ama modern toplumlarda hırsızlık; “statü” ve “iktidar” göstergesidir. İlkel
toplumun suçlusu dışlanır; modern toplumun hırsızı ise korunur, ödüllendirilir,
hatta kutsanır. Böylece toplumsal ahlâkın yerini siyasal pragmatizm,
dayanışmanın yerini ise çıkar ilişkisi alır.
Trobriandlı
bir “yabanıl”ın gözünden bugünün metropollerine bakıldığında, asıl “barbar”lığın
kimde olduğu sorusu kaçınılmaz hâle gelir. Antropolojik anlamda “ilkel” sayılan
toplumlarda insanın “onur”u, açlık karşısında bile korunurken; “uygar” sayılan
toplumlarda açlık; “iktidarın sürdürülebilirliğinin aracı” yapılmıştır. Bu
durum, Malinowski’nin antropolojik gözlemlerini aşarak, çağdaş toplumların
vicdan haritasına yöneltilmiş bir ahlâkī eleştiriye dönüşür.
Sonuç
olarak; Malinowski’nin Trobriand gözlemleri bize şunu öğretir: Ahlâk, yasa
metinlerinden önce gelir; onur, refah seviyesinden bağımsızdır. Toplumun gerçek
uygarlık ölçüsü, teknolojik ya da kurumsal ilerlemesiyle değil, aç olanın
onurunu nasıl koruduğuyla belirlenir. Eğer bir ülkede açlık sıradan, yolsuzluk
olağan, hırsızlık ise iktidar biçimi haline geldiyse; o toplumda “medeniyet”,
yalnızca bir vitrinden ibarettir. Asıl ilkel, belki de artık modern olandır.